6 Temmuz 2009 Pazartesi

AZİZ NESİN
KONUŞMAYA
DEVAM
EDİYOR!

2 Temmuz 1993’te Sivas cehennemini yaşayan büyük usta Aziz Nesin’in yorgun, kırgın ve öfkeli yüreği 2 yıl kadar dayanabilmişti bu kahredici yangının tahribatına... 1995’te 5 Temmuz’u 6 Temmuz’u bağlayan gece Çeşme’de aramızdan giderken geriye dopdolu bir hayat, rekor sayıda muhteşem bir üretim, ve en önemlisi ‘aklın gücü’nü bıraktı. Bu akla ziyan ülkede asla önemsemediğimiz, insana özgü en büyük güç ondan bize mirastır. Bu güç, bağnazlığa, tutuculuğa karşı aklın gücüdür. Bu toplum aradan geçen 14 yılda o mirasın zerresini bile kullanmış değil o ayrı konu. Henüz çıraklık dönemlerimdeyken onunla çalışma onuruna ermiş Cihan Demirci olarak; şimdi sözü ustama vereceğim. Onunla yapılmış sayısız röportajı, söyleşiyi taradım, onun pek çok konuda her daim ufuk açan sözlerinden alıntılar yaptım. O halde biz susalım, ölümünün 14. yılında BİR KEZ DAHA bu küçük dev adam konuşsun... Onu bizlere UNUTTURMAYA çalışanlara, ölüm yıldönümlerinde bile iki satırla dahi ANMAYANLARA İNAT, onu okuyalım BİR KEZ DAHA...

‘Aydının işlevi’ mi
dediniz?

Bakın o çok bunaldığı bir dönemde, Sivas katliamının sonrasında Kasım 1993’te, (Bir Dokun-Bin Dinle Kitabından-Adam-Ekim 1994) kendisine ‘Aydının işlevi’ üzerine sorulan bir soruyu nasıl yanıtlamış:

“... Aydının işlevini sordunuz. O konuda söylemek istediğim bir şey var. Çok önemliymiş gibi geliyor bana. Öykü de bir işe yaramıyor. Yazdığım öyküler de bir işe yaramıyor. Çünkü ‘Ah Biz Eşekler’ adlı bir kitabım var. Eşek olduğumuzu yazdım orda. Ben ‘Aptalız’ dediğim zaman kıyamet koptu. Orda eşeğiz diye yazıyorum, kimse ses çıkarmadı. Çok ilginç bir şey tabii. Ben öykülerimde 52 yıldır aptallığımızı yazıyorum. Her öykü bir aptallığımızı gösterir. Hiç kimse ses çıkarmıyor. Çünkü kendi üzerinden atıyor onu. Sık sık tiyatro salonlarında, oyuncular toplumun bazı bölümlerini eleştirdikleri zaman, ki o demektir ki, seyircileri eleştiriyorlar. Hiçbir seyirci bunu üzerine alınmıyor. Yanındakiler bakıyor. Aaaa bu adam böyleymiş diye. Ama kendi değil, öyle zannediyor. Onun için, bakıyorum da, niçin yazıyorum?.. Niçin yazıyorum?.. Türk toplumunda 1993 yılında boşu boşuna yazıyorum. Ama yine de yazıyorum. Yazmam gerektiğine inanıyorum ama yararlı olduğuma inanmıyorum. Tabii bundan yararlananlar, yazılanlardan yararlananlar yok demek istemiyorum, ama sayıları nedir, doğru anlayanların sayıları nedir?..”

Bakın Ocak 1991’de “Yeni mizah yazarlarını beğeniyor musunuz?”şeklindeki bir soruya nasıl yanıt vermiş:


“Yeni mizah, yeni gülmece, biçim değiştirdi. Onun toplumsal nedenleri var. İnsanlar zaman ve mekan bakımından çok sınırlı bir hapis içersine girdiler. Onun için gülmece biçim değiştirdi son zamanlarda. Yani uzun değil, kısa ve daha çok görsel olmuş oldu. Beğenip beğenmemek, koşullara bağlı tabii. Bu koşulların en biçiminde gülmecesini yapan gençler var.

1992 yılında “Beğendiği mizah yazarları” sorulduğunda şöyle yanıtlıyor:


“Gülmecenin işlevi, en güzel işlevi insanı değiştirmesidir. Moliere ve benim kitaplarım insanı değiştirir. Beğendiğim mizah yazarları: Zoşçenko, Mark Twain, O’Henry, Bernard Shaw, Sçedrin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Raim, Osman Cemal Kaygılı, Adnan Veli, Suavi Süalp...”

Nasreddin Hoca ile arasındaki fark

Gene 1992’de kendisine sorulan: “Nasrettin Hoca ‘alaylı mizahçılarımızın, sizse ‘mekteplilerin’ en büyüğü kabul ediliyorsunuz. Neden mizahı seçtiniz?” sorusuna ise yanıtı şu olmuş: “Ben buna gülmece diyorum. Gülmeceyi bir seçme olarak ele almadım. Gülmece yazarı olayım diye özel bir çaba göstermedim. Bu kendiliğinden oldu. 1944-45’te ‘basın pazarı’ benden türlü türlü ürün talep etti. Talep ettiği türlerin içinde gülmece belirlilik kazandı, öne geçti. Sizin yazınızın türünü basın belirler. Ama içeriğini belirleyemez. Bu Pazar benden gülmece istedi. Demek ki ben buna yatkındım ki yazılarımda gülmece dikkati çekti. Yönelme de böyle kendiliğinden gelişti, ortaya çıktı. Gülmecenin içine girdikçe bunun diğer türlerden iki yönden ayrıldığını anladım: 1-) Öbür yazın dallarından daha etkindi, iz bırakıyordu, 2-) Yaygınlık sağlıyordu. Bu iki durum önemli bir etken. Benim kitaplarımın etkinliği de işte buradan geliyor. Sorunuzun diğer ayrıntısına gelince: Nasrettin Hoca tarihsel kişilik değil, toplumsal kişilik. Hoca’nın yaşayıp yaşamadığı önemli değil, hatta kuşkuludur. Fizik olarak yaşasa bile, ona mal edilen gülütler tıpkı kendisi gibi toplumsaldır. Hoca bir dönemdir, toplumun kişisidir. O toplumsal acıları, sevinçleri gülmece yoluyla yansıtan halkın ortak bilinci, tepkisidir. Bense yaşayan somut kişiyim, olguyum. Aramızda böyle bir ayrımın olduğu da söylenebilir.

1991’de kendisine sorulan “Yeniden çocuk olabilseniz neler yapmak isterdiniz?” sorusuna şöyle yanıt veriyor Aziz Nesin:


“Ben çocukluğumu ve gençliğimi yaşayamadım. Bu nedenle vakıftaki çocukların çocukluklarını tam anlamı ile yaşamalarını istiyorum. Şimdi çocuk olsaydım zamanımı hiç boşa geçirmezdim. Tabii koşar oynardım, eğlenirdim ama yine de zamanımı kesinlikle boşa harcamazdım. Çünkü dünyada öğrenecek çok şey var. Ve bunların hepsini öğrenmek olanaksız. Bu nedenle edinebileceğim kadar çok bilgi edinmeye çalışırdım...”

Gene 1991’de “Hiç ölümü düşündüğünüz oluyor mu? Ölümden korkuyor musunuz” sorusuna yanıtı şu oluyor:


“Benim gençliğimden beri ölüm, kafamda beynimin içinde bir kıymık gibidir. Ölümü hep düşündüm. Hep düşünüyorum. Ama bu ölümden korku anlamında değil. Aslında ölümden korkmak doğal bir olay. Ama bu yüzden paniğe kapılmıyorum. Aksine ölümü düşünmek beni mutlu ediyor. Çünkü beni çok, daha çok çalışmaya yöneltiyor. Nasıl mı? Ne zaman öleceğim belli olmadığı, ama öleceğim gerçek olduğu için, o kısa zaman içinde, ki herhalde kısa zaman diye düşünüyorum. Ölümü benim gibi düşünen insanlar; alçaklık, namussuzluk, hainlik, kötülük de yapmazlar...”

O, yaşamı boyunca mücadele adamı oldu, kendi deyişiyle 200’den fazla takma adla yazmak zorunda kaldı. Hayatının beş buçuk yılı aşkın bir süresi hapishanelerde geçti. Yargılandı, dışlandı, mizahı her daim küçümseyen edebiyat dünyamıza kendini çok zor kabul ettirdi. Kendiyle de, çevresini saran ‘ödlek’ aydınlarla da dalgasını geçti, bazıları sadece laf üretirken o sürekli eser üretti, üretti, üretti. Ve bu ülkede hiçbir yazarın yapamadığını yaparak, kitaplarının geliriyle içinde pırıl pırıl çocukların yetiştiği bir vakıf kurdu. O vakfı bugün oğlu Ali Nesin, binbir çabayla yaşatmaya çalışıyor.


Yukarda Aziz Nesin usta ile 19 Ocak 1984 tarihinde Pera Palas Otelinde çekilmiş bir fotoğraftan bir bölüm görüyorsunuz. 'Akıl gücü’ mirasının henüz zerresine sahip çıkamadığımız mizahımızın bu müthiş yürekli kalemini, 1984 yılında birlikte çalışma onuruna erdiğim büyük usta AZİZ NESİN'i 14. ölüm yıldönümünde bir kez daha sevgi ve her daim artan bir özlemle anıyorum...


CİHAN DEMİRCİ